Ekrem Çulfa
psk.o.ilhan@gmail.com
Kanser hastalığına yakalanmanın öncesi ve sonrasına psikolojik dinamikler açısından da bakmak, hastalığı anlamak açısından hayati önem taşımaktadır. Tabi ki her hastalığın, genetik, biyolojik, çevresel, sosyal alt yapısını düşünmeden yapılacak yorumlar eksik kalacaktır. Hastalık öncesine baktığımızda, bu hastalığa yakalanan insanların genel özelliklerinde hassas, kırılgan, dışsal etkilere maruz kalmaya daha açık, duygusal insanlar olduklarını düşünmek yanlış olmayacaktır. istisnasız her hastalık, insan vücudunda açığa çıkmak için kendisini var edecek ortama ihtiyaç duyar. Kişiler, sürekli stres altında kalıp, kaygılı ve anksiyete dolu bir hayat sürüyorlarsa, buna bağlı olarak öz bakımlarına, beslenmelerine dikkat etmiyorlarsa,düzenli uyuyup spor yapmıyorlarsa duygusal doyum sağlayacakları sosyal çevreleri kurgulamıyorlarsa her türlü hastalığa açık bir haldedirler. Aynı şekilde insanı yaşam standartlarının oluştuğu çevresel dış dünya olanakları bunlar kadar önemlidir.
Bedensel sağlığımızın devamı için ruhsal sağlığımızın da aynı şekilde yerinde olması gerekir. Beden ve ruh bir bütün olarak varlığımızı oluştururken, birbirlerini aynı şekilde etkilerler. Bunu anlamak için göz pınarlarımızdan akan göz yaşını düşünün. Göz yaşı uzayda yer kaplayan somut bir maddedir ancak açığa çıkmasını sağlayan elle tutulup, gözle görülmeyen soyut duygulardır. İşte duyguların insanın somut bedeni üzerinde bu şekilde doğrudan etkisi vardır. Duygular ve insan ruhu bedenin biyolojik varlığına doğrudan etkide bulunurlar. Bu nedenle kanser dahil bütün bedensel hastalıkların ortaya çıkmasının engellenmesinde ruhsal sağlığımızın da dengeli bir yapıda olması önemlidir. Ruhsal yapının dengesinden kastımız; duygusal doyum sağladığımız insani ilişkilerin olduğu sosyal bir çevre, kendimizi ifade ederek yeteneklerimizi geliştirip üretebildiğimiz bir iş, öz varlığımızı severek ona hizmet etmeye motive bir bilinç, özellikle olumsuz duygularımızı içimizde tutmadan her duygumuzu özgürce yaşayıp dışarı atabileceğimiz manevi ya da sanatsal bir alanın olmasını sayabiliriz.
Buraya kadar bahsetmiş olduğumuz hastalıklardan korunmak için alacağımız psikolojik ve diğer alanlardaki önlemlerin aynısı hastalık sonrası dönem için de geçerlidir. Her şartta insanın öz varlığına değer vermesi ve ona hizmet etmesi gerekir. Genelde hastalığa yakalanmış kişiler, varlıklarında bir eksiklik oluştuğunu düşünerek karamsarlığa kapılıp, depresyona girerler. Umutsuzluktan, çaresizlikten ve özellikler ölüm korkusundan beslenen bu depresyon hali kişinin hastalığının daha çok ilerlemesine zemin hazırlayacaktır. Örneğimizi hatırlamak gerekirse, ruhumuzdan bedenimize yayılan her duygu sinyali bir karşılık bulur. Olumsuz uç duyguların, göz pınarlarımızı uyararak açığa çıkardığı göz yaşı gibi, olumluya dair her duyguda bedene pozitif mesajlar vererek iyileşmeye hizmet edecektir. Hastalığa yakalanmış kişi, yeni bir mücadele dönemine girdiğini düşünerek olaylara bakmalıdır. Nasıl ki, sağlıklı iken yaşamda kalmak için bedenine hizmet ediyordu, hastalık sonrası dönemde bu dikkatini üç katına çıkararak öz varlığına daha çok hizmet etmesi gerekecektir. Yediği yemekten, içtiği suya, havasını soluduğu çevreye, sohbet edip maruz kaldığı insana, dinlediği müziğe kadar herşeyi ince bir elekten geçirerek, stresten uzak steril bir yaşantıyı kurgulamak zorundadır. Hastalığın getirdiği karamsarlığın karşına umudu, ölüm korkusunun karşısına yaşam sevinci getirildiğinde ve manevi her türlü kaynaktan ruhumuz beslendiğinde, hastalıkların varlık bulacağı psikolojik çökkünlük hali ortadan kalkarak tedaviye hizmet edilmiş olacaktır.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın
Yazarın diğer yazıları
Kişilik Bozukluğu Nedir?
- 22/08/2018
Insan dogumuyla beraber genetik kodlamalari ile bu dunyaya tasidigi en onemli yapilarindan bir tanesi kisiligidir.